ÖYKÜLER MASALLAR VE HİKAYELER 3

KÜÇÜK SIVI SABUN
Küçük sıvı sabun bu günlerde çok üzgündü. Çünkü onu kimse kullanmıyordu. Oysa sıvı sabun, evin küçük oğlu Umut ellerini yıkasın diye satın alınmıştı. Umut önceleri yemekten önce ve sonra tuvaletten çıktığında, dışarıdan eve geldiğinde ellerini düzenli olarak yıkıyordu. Küçük sıvı sabun da işe yaradığını Umut’u mikroplardan koruduğunu, böylece Umut’un hasta olmadığını düşünerek mutlu oluyordu. Ama son zamanlarda Umut ellerini yıkamadan yemek masasına oturmaya başlamıştı. Annesi uyarınca da hemen aceleyle ellerini ıslatıp dönüyordu. O gün de aynı şey oldu. Umut aceleyle ellerini suda yıkadı. Lavabodan çıkmak üzereydi ki bir ağlama sesi duydu. Etrafına bakındı, küçük sıvı sabunu gördü. Umut şaşırdı küçük sıvı sabun ağlıyordu. Boncuk boncuk köpükler çıkarıyordu.

UMUT: Bir sabun neden ağlayabilirdi ki, diye düşündü. Umut küçük sıvı sabunun yanına giderek;
UMUT: Neden ağlıyorsun, diye sordu.
KÜÇÜK SIVI SABUN: Annen beni, senin kullanman için aldı. Sen ilk zamanlarda beni kullanıyordun, ben de buna çok seviniyordum. Ellerin tertemiz oluyordu, Seni mikroplardan koruyordum, böylece hasta olmuyordun. Ama artık beni kullanmıyorsun, unuttun beni, yakında hasta olacaksın, dedi.
Umut küçük sıvı sabunun söylediklerini düşündü. Ona hak verdi.
UMUT: Artık üzülme, söz bundan sonra ellerimi hep seni kullanarak yıkayacağım, temiz ve sağlıklı bir çocuk olacağım, dedi.

KELOĞLAN İLE BULUT
Bir zamanlar Anadolu’da bir garip Keloğlan yaşarmış. Çalışmayı sevmezmiş ama bizim tarladan ürün toplanacak, gel bir el atıver Keloğlan, diyen konu komşunun yardımına koşarmış. Domates, biber, patlıcan toplarmış. İş bitince para veren olmaz, sadece öğle yemeği tarhana çorbası. Eh, öğlenleri evde anam zaten tarhana çorbası pişiriyor, neden çalışıp yorulayım der ve yan gelip yatarmış.

Bir sabah vakti gökyüzünde bulutlar toplanmış, ortalık kararmış ve şiddetli bir yağmur başlamış. Yağdıkça yağmış ve sonunda yağmur damlaları birleşip sel olmuş. Çevrede ne ev bırakmış, ne ahır, ne tarla, ne bahçe. Hepsini silip süpürmüş, alıp götürmüş. Keloğlan ile anası bir ağaca çıkıp selden kurtulmuşlar.

Yağmur yarım saatte dinmiş. Keloğlan ile anası ağaçtan inmiş. Keloğlan yağmura çok kızgınmış. Yağmuru yağdıran buluta seslenmiş:

” Ey bulut, koca bulut, artık sen iyiyi unut.
Nedir derdin çabuk söyle, bakma yüzüme öyle.
Bir evi olanın evini yıktın, neden sen onları evsiz bıraktın?
Anamla ben de evsiz kaldık, dipsiz kuyularda dertlendik kaldık. ”

Keloğlan’ın sitem dolu sözleri üzerine bulut dile gelmiş:

” Keloğlan, Keloğlan, utanıyorum, senin yüzüne bakamıyorum.
Ben nedensiz sinirlenirim, bolca yağar geçer giderim.
Düşünmem insanlar sağ mı kalır, hayvanlar ne olur?
Tarlaları, bahçeleri talan eder geçerim. ”

Keloğlan’ın isteği üzerine bulut zamanı yirmi dört saat önceye almış. Ertesi gün yine o bölgeye yağmur yağmış ama azar azar, beş saatte yağmış ve hiçbir yeri su basmamış, sel gelmemiş. Böylece bulut meselelerin akılcı çözümlerle başarılı olabileceğini öğrenmiş olmuş.

Serdar Yıldırım

KELOĞLAN İLE KUZU SEVGİSİ
Keloğlan kasabaya giderken yolda bir kılıç bulmuş. Kasabaya varınca kılıcın sahibini aramaya başlamış. Kime sorduysa ne kılıcı daha önce gören ne de sahibini tanıyan çıkmamış. Hayvan pazarından geçerken küçük bir kalabalık Keloğlan’ın etrafına toplanmış. Birkaç kendini bilmez Keloğlan’la alay etmeye başlamış.

Adamlardan biri orta yere bir kuzu getirmiş:
” Şu kuzuyu kılıçla keselim. Şişe takıp döndürelim. Nar gibi kızartalım. Afiyetle yiyelim. ” demiş.

Bunun üzerine Keloğlan:
” Aman ağalar, etmeyin, eylemeyin. Ne istersiniz bir garip kuzudan? Daha doğalı kaç gün olmuş? Bırakın yaş yaşasın, ömür sürsün. Kuzu kesenin, kuzu eti yiyenin başına türlü belalar gelirmiş. Bunu bilmez misiniz? ”

Keloğlan’ın haykırışı ses getirmiş. Kalabalıktan birkaç kişi Keloğlan’dan yana çıkmış. Kuzunun sahibi, kuzuyu götürmüş. Az önce keselim, döndürelim, kızartalım, yiyelim diyen adamlar, Keloğlan’dan özür dilemişler. Keloğlan’ı üzmemek için, kuzu kesmekten, kuzu eti yemekten ömür boyu vazgeçmişler.

Son sözü Keloğlan söylemiş:
” Kuzu eti yiyen olmasa kuzular kesilmez. Kuzuların kesilmemesi için, sizler de kuzu eti yemekten vazgeçmek istemez misiniz? ”

Serdar Yıldırım

KELOĞLAN PADİŞAHIN OYUNU
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Tilkilerin kümeslerden uzak durduğu, farelerin kedilerden korkmadığı bir devirde yaman mı yaman bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan dağ-taş gezermiş, soğuk sulardan içermiş. Anasıyla birlikte karınca kararınca yaşayıp giderlermiş.

Bir öğle vakti Keloğlan evde anasıyla konuşurken, kapı çalınmış. Keloğlanın anası kapıyı açmış. Gelenler, ak sakallı, yaşlıca bir adam ile dünya güzeli bir kızmış. Anası misafirleri eve buyur etmiş. Keloğlan’ın kızı görünce aklı başından gitmiş. Kıza aşık olmuş. Anası öbür odaya geçince, ana bu kızı bana istesene, demiş. Anası, kimdirler, nedirler bilmeyiz, nasıl olup da eve gelen misafirden kızını isteriz, dediyse de Keloğlan’ın ısrarı karşısında kızı babasından istemiş. Meğersem bunlar tebdil kıyafet gezen o ülkenin padişahı ve kızıymış.

Padişah:
” İyi de Keloğlan, kızımı nerede yaşatacaksın, nasıl geçineceksiniz? Anlat da bilelim. ” demiş.

Keloğlan:
” Ondan kolay ne var canım. Onu sarayımda yaşatırım, pek de güzel geçindiririm. ” demiş.

Padişah:
” Saray mı? Ne sarayı? Senin sarayın mı var, Keloğlan? ” diye sormuş.

Keloğlan:
” Tabi canım. Şu dağın ardında kalan saray benimdir. ” demiş.

Padişah, Keloğlan’ın dediği sarayı hemen bilmiş. Çünkü o saray kendi sarayıymış. Keloğlan’ın oyun ettiğini anlamış. Onun oyununa karşılık kendi de bir oyun oynamak istemiş:

” Bak sen. Bravo sana Keloğlan, demek senin bir sarayın var. Hem tanınmış birisin hem de zenginsin. Kızımı senden daha iyi birisine mi vereceğim? Şimdi biz gidelim. Haftaya bugün sarayına misafir oluruz. Haydi kal sağlıcakla. ” demiş ve kızıyla birlikte çıkıp gitmiş.

Padişahla kızı gidince Keloğlan’ı bir düşüncedir almış. Demediğini bırakmayan anasından kurtulmak için dışarı kaçmış. Durum buymuş ve bir hal çaresi lazımmış. Şöyle mi yapsam, böyle mi etsem derken, sonunda kararını vermiş. Olanları padişaha anlatıp yardımını isteyecekmiş.

Padişah ise, Keloğlan’ın saraya geleceğini tahmin ediyormuş. Keloğlan’ı görüşme odasına aldırmış ve araya gerili perdenin arkasından Keloğlan’la konuşmuş. Keloğlan’ın dediklerini kabul edip, sarayı Keloğlan’ın emrine bırakmış ve kızıyla birlikte yakındaki konakta kalmaya başlamış.

Keloğlan saray görevlilerinden hazırlıkların bir an önce tamamlanmasını istemiş. Padişah ve kızı söz verdikleri günde misafirliğe gelmişler. Görevliler, durumdan haberdar oldukları için, padişah ve kızına misafirmiş gibi davranmışlar. Yemekler yenmiş, ayranlar içilmiş. Sohbet giderek koyulaşmış ve geç vakitler padişah ve kızı giderken Keloğlan ve anasını konağa davet etmişler.

Konakta anası padişahtan kızını Keloğlan’a istemiş. Kızının olurunu aldıktan sonra padişah evet demiş ve kızını Keloğlan’ a vermiş.

Sarayda yapılan düğüne padişah, padişah kıyafetiyle, kızı Aysel de prenses kıyafetiyle katılıp kimliklerini belli etmişler. İlk anda çok şaşıran Keloğlan ve anası zamanla buna alışmışlar. Saray görevlileri padişahın oyununu konuşmuşlar. Keloğlan ve Aysel evlenip mutlu olmuşlar.

Serdar Yıldırım

KOMŞU KUNDUZLAR MASALI
Bir varmış bir yokmuş ağaçların arasında ışıl ışıl akan güzel bir dere varmış bu derede birde kunduz ailesi yaşarmış. Hani şu marangoz olan kunduzlardan bahsediyorum. Ağaç dallarını ustaca üst üste koyup baraj kurarlar ya işte onlardan!
Bir gün anne kunduz yavruları da alıp derede yaşayan annesini ziyarete gitmiş. Nine kunduzda torunları bu işe çok sevinmişler. EE sevinçli olunca da zaman su gibi akarmış. Bu seferde öyle olmuş saatler kanat açmış, günlerde uçup gitmiş bir kuş gibi.
Bir hafta sonra kunduzlar yuvalarına dönünce çok şaşırmışlar. Yabancı bir kunduz gelip onların iki kavak ötesine yerleşmiş. Anne kunduz bu duruma çok içerlemiş. Gitmiş komşu kunduzun yanına . hoş geldin bile demeden vermiş veriştirmiş.

– Sen ne hakla gelip bizim yakınımıza yuva yapıyorsun diye çıkışmış.
komşu kunduz onun bu sözleri karşısında şaşırıp kalmış.
– Niye kızıyorsun komşu ? Allah’ın koca deresi sana da yeter bana da demiş.
Anne kunduzun kızgınlığı daha da artmış açmış ağzını yummuş gözünü.

– Hayır komşu falan dinlemem ben! Su senin atıklarını alıp benim yuvama getirecek . onlarla uğraşacak halim yok ! ya bugün yıkarsın yuvanı yada ben yapacağımı bilirim !!
Akşam olmuş çekip giden yok gece yarısı olmuş yuvayı yıkan yok !herkes uykuya dalınca anne kunduz , sessizce yeni komşunun yuvasına gitmiş. Yuvadaki ağaçların bağını çözmüş. Ne olduysa o zaman olmuş. Koca koca odun parçaları yürümüş üzerine . birde barajda biriken sular hücum etmesin mi ! anne kunduz canını zor kurtarmış . fakat yuvası ve çocukları onun kadar şanslı değilmiş. Yuvası darmadağın olmuş . yavruları da sele kapılıp gitmiş. Yavrular hem lıkır lıkır su yutuyor hem de bağırıyorlarmış.
– Anne ne olur kurtar bizi!!

Anne kunduz bir yandan çocuklarını kurtarmaya çalışıyor. Bir yandan da bağırıyormuş
– Lütfen yardım edin ! yavrularımı sel götürüyor!
Komşu kunduz kendisini kısa sürede toparlayıp yardıma koşmuş. Anne kunduzla birlikte beş yavruyu da kurtarmış. Tabi anne kunduz ne diyeceğini bilememiş. Bu olayı duyan kral kuskunduz , bütün kunduzları toplamış ve onlara şöyle demiş. :
– Küçük bir haksızlığa uğradığınız zaman , onu gidermek için daha büyük haksızlık yapmayın!!
O günden sonra kunduzlar birbirleriyle çok iyi geçinmişler. Aralarındaki sorunu hep birlikte çözmüşler

İKİ KURBAĞA MASALI
Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağanın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa bir şeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş. Yağmur yağsa, Karakurbağa:
“Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış. “Yağmurda ne derenin tadı olur, ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur. Nefret ediyorum yağmurdan!”
Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş:
“Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?”

Elbette o, bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış:
“Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna’ya benziyorsun. Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun. Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum’ diyeceksin neredeyse. Azıcık gerçekçi olsana canım!”
Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş:
“Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin.”
İşte böyle iki zıt kutupmuş bu iki kurbağa…

Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler. Akkurbağa:
“İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş:
“Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görecek Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz. Korkaklığı bırak şimdi.”

Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş. Köye girmişler ve evin yanına gelmişler. Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış:“Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim. Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız. Bakalım yarışmayı kim kazanacak?”
“Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş. Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş. Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş.
İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar. Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer!

Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş. Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış: “Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz.”
“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa. “Çıkmadık candan ümit kesilmez. Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de.”
Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş: “Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”
“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”
Ne yazık ki, Karakurbağa’nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış. Ve en sonunda:
“Bacaklarımda derman kalmamış. Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş…

Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah’a:
“Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!”
Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış. Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden… çırpınmış, çırpınmış… Bu hal dakikalarca devam etmiş. Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış. Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş. Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!

Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş. Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş:
“Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allah’ım!”

BÜYÜK YARIŞMA MASALI
ir gün pire çekirge ve kurbağa konuşuyorlarmış. Pire ben ikinizdende daha çok zıplarım demiş. Çekirge dururmu hadi oradan siz benimle boy ölçüşemezsiniz demiş. Kurbağada hıh diye burun kıvırmış siz kim zıplamak kim ben daha çok zıplarım sen daha az zıplarsın derken tartışma uzamışta uzamış, bakmışlarki olacak gibi değil aralarında bir yüksek atlama yarışması düzenlemişler. Duyduk duymadık demeyin bizler pire çekirge ve kurbağa bir yüksek atlama yarışması düzenledik herkes bu yarışmayı izlemeye gelebilir diye dört bir yana haber salmışlar.
Bunu duyan kral demişki; Yarışmayı kim kazanırsa kızımı ona veririm. İşte böyle yarışma günü gelip çatmış.

ilk önce pire yürümüş tin tin yürüyerek ortaya gelmiş. Kralı kibarca selamlamış kendine çok güveniyormuş. Pire nede olsa insanlara çok ama çok yakın yaşantısı varmış. Pirenin sonra çekirge yerini almış doğrusu ya çok yakışıklıymış, boylu poslu çekirge kendini soylu bir aileden gelmiş sayarmış. Şarkı söylemekte benim üstüme yoktur. Sesimin güzelliğini duyan nice cırcır böcekleri kıskançlığından çatır çatır çatlamıştır, diye övünüp dururmuş. Pire ve çekirge kendisinden öyle bir eminmişlerki prensesi alacaklarından hiç mi hiç kuşku duymuyorlarmış. Kurbağada ortaya çıkmış ama hiç sesini çıkarmamış. Sırasını beklemeye başlamış yarışma başlamış önce pire öyle yüksekten atlamış ki kimse onu görememiş, bu yüzden hiç atlamadığını sanmışlar sıra çekirgedeymiş.

Çekirge tüm gücüyle sıçramış ama heyecandan yolunu şaşırıp kralın yüzüne çarpmasınmı kral çok kızmış bu terbiyesizliğe yüksek atlama sırası kurbağaya gelmiş. Kurbağa kara kara düşünüp duruyormuş salondakiler kurbağa yarışmadan çekilecek galiba diye düşünmüşler ama tam o sırada kurbağa sıçrayı vermiş. Sıçrayıncada doğruca altın iskembesinin üstünde oturmakta olan prensesin kucağına düşmesi bir olmuş bu olay kralın çok hoşuna gitmiş.

Benim en değerli varlığım kızımdır onun kucağına atlayan yarışmayı kazanmış sayılır diye kararını açıklamış. Böylece kurbağa prensesi kazanmış pire ve çekirge kendilerine haksızlık yapıldığını
ileri sürmüşler pire benim hakkımı yediler oysa yarışmayı ben kazanmıştım zaten bu dünyada hep sersemler kazanır diye söylenmiş.
Sonra almış başını başka ülkelere gitmiş. Orda bir çok savaşlara katılmış dediklerine görede savaşta vurulup ölmüş çekirgede dağda bayırda dolaşıp yanık türküler söylemiş. Ben bu masalı çekirgenin söylediği bir türküden öğrendim türküde anlattığı doğrumudur yalanmıdır bilmem.

KÜÇÜK TIRTIL
Rüzgarın bahar çiçeklerinden toplayıp çevreye üfürdüğü güzel kokulardan sarhoş olmadan, Güneş’in sıcaklığına kanıp gevşemeden yemiş de yemiş…
Bir bitkinin dalları arasında, gözlerden uzak küçücük bir yumurta, günü gelince çatlayıvermiş. İçinden çıkan küçücük yeşil yavru, kendini doğal yaşam ortamına taşımak için hızla yeşil yapraklara doğru sürünmüş. Bu içgüdüyle kendini yaprakların yeşil rengi altında koruma altına alacak ve orada beslenip yürüyecekmiş. Kendini kovalayanlardan kaçarcasına önüne çıkan ilk yeşil yaprağın altına gizlenmiş. Kimsenin onu görmediğine emin olunca, rahatlayıp derin bir soluk almış. Sonra bulunduğu yaprağın en körpe köşesine değin sürünmüş ve onu kemirmeye başlamış.

Rüzgarın bahar çiçeklerinden toplayıp çevreye üfürdüğü güzel kokulardan sarhoş olmadan, Güneş’in sıcaklığına kanıp gevşemeden yemiş de yemiş… Akşama doğru Güneş bakırla kaplanırken, Gökyüzü kızıla boyanınca, bizim küçük yavru, yaprağın köşesindeki balık gözü kadar küçücük deliğe bakmış. Hayretle tüm gün kemirebildiği yaprak parçasının ne denli küçük olduğunu görmüş. Başka ne yapabilir ki? Kendi de küçücükmüş… Bakmış ki gece oluyor, “Gece yaprak güvenli olmaz” diyerek bitkinin dallarına doğru sürünmüş. Tombul karnıyla çok hızlı gidememiş. Dalların arasında kuytu bir köşeye yerleşmiş. Gecenin karanlığına sığınarak uykuya dalmış. Yorucu geçen yaşamın ilk günü, sorunsuz bitmiş.
Küçük tırtıl, her gün dalların arasındaki kuytu köşeden çıkıp yapraklara doğru sürünüyor, tüm gün yaprakları kemiriyor, Gökyüzü kızarınca yine kuytu köşesine dönüyormuş. Artık boyu daha büyük, boğumları daha kalınmış. Her gün hızla büyüyormuş…

Tırtıl yavrusu, salt büyümek için bu Dünya’ya gelmediğini anlamış ve bu yaşam biçimi kendisine sevimli gelmemiş. Nasıl sevimli olsun ki? Her gün aynı işi yapmak, geceleri aynı yerde uyumak, biteviye sürüp giden durağanlık sevimli değilmiş. “Yaşamak yalnız yemek ve uyumak olmamalı. Benim başka amaçlarım da olmalı.” demiş küçük tırtıl.
Bir akşam üstü, daldaki yerine gidince, öndeki ayaklarını ağzına götürüp yüksek sesle diğer dallara seslenmiş:
– Burada başka tırtıl var mı?
– Evet..
– Evet..
diye sesler gelmiş diğer dallardan. Bu bitkide kendi gibi başka tırtılların olduğunu öğrenmek onu çok sevindirmiş. Onlarla konuşmak tekdüze yaşamına değişiklik getirir düşüncesiyle:
– Sizler yaşamınızı nasıl sürdürüyorsunuz? Arkadaş olamaz mıyız?

diye merakla seslenmiş. Gelen yanıtlardan anladığı kadarıyla gündüz yaşamlarını sürdürmek için çalışıyor, geceleri toplanıp aralarında konuşuyormuşlar. Onlara katılmak için yerinden çıkmış ve yavaş yavaş toplandıkları yere doğru sürünmüş. Kendisini kollayarak dalların arasında yerini alınca, çevresine bakınmış. Diğerleri ona “Hoş geldin” demişler. Kendisinden daha kalın olanlar, boğumları üzerinde sarı benekleri olanlar, boğumları kahverengi uzun tüylerle kaplı olanlar, daha küçük ya da daha büyük bir çok tırtıl varmış burada. Herkesin yerleştiğini gören irice bir tırtıl, bir iki öksürüp diğerlerinin susmasını beklemiş ve sessizlik oluşunca, söze başlamış:
– Hoş geldiniz. Bugünkü toplantımızı açıyorum. Bugün benekli tırtılın anlatı günü. Bakalım benekli tırtıl bize neler anlatacak?

Benkli tırtıl, boynunu uzatıp dallar arasında sessizce onu dinleyen diğer tırtılları süzdükten sonra boğazını temizleyip ses tonunu ayarlayarak konuşmasına başlamış:
– Ben size bugün, tırtıl yaşamının ana düşüncesinden söz etmek istiyorum. Her tırtıl, yumurtadan çıkınca, salt büyümek için yaşamaz. Düşünmek ve kendini geliştirmek zorundadır. Her tırtıl duygularını denetlemek, varsa kötülüklerden arınmak için düşünce biçimini geliştirmelidir. Yaşamın her adımında, karşılaşılan her olaydan ders alınacak deneyler vardır. Her deneyden kazanılan beceri ve sonunda elde edilen öğreti o tırtılın olgunlaşmasını sağlayan bir adımdır. Olgunluğu kavramak, öğretileri anlayıp uygulamak ve hepsini özümseyebilmek bir tırtılın en önemli görevidir. Bu görevleri yaparken her tırtılın karşılaşacağı sorunlar, kendinden kaynaklanan eksikler olacaktır. Tırtıllar bu eksikleri bulup çıkartmalı, onları aşacak düşünceler üretmelidir.

Benekli tırtıl soluklanmak için anlatısına ara verince, küçük tırtıl, hayretle çevresine bakınmış. Onun beklentisi toplantının çok sıradan öykülerden oluşacağı biçimindeymiş. Bu tür bir anlatıyla karşılaşacağını sanmıyormuş. Tırtıl yaşamının gerekçesinin, bu denli önemli olduğunu da bilmiyormuş. Benekli tırtıl gücünü toplayıp konuşmaya başlamak için derin bir soluk alınca, küçük tırtıl anlatılanları öğrenmek amacıyla dikkatini toplamış, benekli tırtılı dinlemeye başlamış:
– Karamsarlığı ve kötülükleri içinden atabilen tırtıllar, olgunluğun doruğuna ulaşırlar. O zaman içleri güzelliklerle, iyiliklerle dolar. Sonra bir değişim süreci yaşanır. Doğa’nın en güzel yaratığı olursunuz. Doğa’nın güzelliğini süslemek için kendi güzelliğinizi sergilersiniz. Bu olay; mutluluğun doruğuna çıkmak, kusursuz ve erdemli olmak, Doğa ölçüsünde saf ve temiz olmak anlamına gelir. Bu toplantılarda amacımız: Kusursuz tırtıl olmak için birbirimize destek olmaktır.

Toplantı son bulduğunda, küçük tırtıl yuvasına dönerken kötülüklerin ve karamsarlığın ne olduğunu, onlardan nasıl arınacağını, nasıl kusursuz olacağını merak etmiş. Çok küçük olduğundan ne kötülükleri, ne de karamsarlığı biliyormuş. Onun, yaşamın daha başında olması, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini ayırt etmesine engelmiş. Ama, “Ben de olgunluğun doruğuna ulaşmak isterim” diyerek sessizce kuytu köşesine gitmiş.

Ertesi gün, bulunduğu dalın ucundaki yaprakları yemeğe çalışırken hep benekli tırtılın anlattıklarını düşünmüş. Sürünerek başladığı yaşamın, nasıl iç güzellikleri yansıtcak boyuta erişeceğini, nasıl mutluluktan uçacağını düşünüp durmuş. Hatta “Olabilir mi?” diye kuşkulanmış bile… Tam bu düşünceler içinde yaprağını dalgın dalgın kemirirken, yaprakların arasından sızan Güneş ışınlarının ötesinden gelen bir çığlıkla irkilmiş. “Ne oluyor?” diye merakla başını kaldırıp baktığında, yaprakların arasından, bir kuşun ağzında çırpınan tombul bir tırtılın çaresizce debelendiğini görmüş. Kuş, gürültüyle kanatlarını çırpıp, avcılığının başarısını kutluyormuş. Biraz sonra acı çığlıklar sessizliğe gömülünce, “Kötülük bu olmalı. Bir canlının yaşamak için bir bakşa canlıyı yok etmesi olmalı…” diye söylenmiş.

O gece toplantıda anlatımı üstlenen tırtıl, mutluluk üzerine konuşurken:
– Doğa güzeldir. Yaşamak için canlılar başka canlıları yok ederken, yok olanların kötülüklerden arınmadıklarını göreceksiniz. Yaşamı sevmek, başka canlılara da sevgi göstermek gerekir. Bu davranış, tırtılın iç dünyasının güzelliğini yansıtır. Çevrenizi sevdikçe, çevrenizdekileri korudukça, mutlu olursunuz. Mutlu olunca, yüreğinizde sevgi çiçekleri açılır. Biçiminiz güzelleşir. Boğumlarınız kaygan, deriniz yumuşak, davranışlarını daha dengeli ve uyumlu olur. Kendinize olan güveniniz artar, yaşam bağlarınız güçlenir. Yaşama karamsar açıdan bakarsanız, içinizde kötülüklere yer verirseniz, kendi çıkarınız uğruna başkalarına zarar verirseniz, kötülüklerin acı yaralara dönüştüğünü görürsünüz. Yaralar büyüyüp içinizi kapladığında, sizin “Olgunluğun Doruğuna” erişme olasılığınız kalmaz. Doğa kuralları çalışır ve başka canlılara yem olursunuz. Ancak sevgi dolu tırtıllar çevrelerine mutluluk saçabilirler. Çevrelerindeki mutluluğu ve sevgiyi paylaşanlar, erdemli olanlar, olgunluk yolunda ilerliyebilirler…

Küçük tırtıl bu öğretiyi önemseyerek çevresindeki böceklere karşı daha dikkatli olmaya başlamış. Gereksinimi olanlara yardım etmiş. Onları ezmemiş. Ancak kendine saldıranlara karşı yaşamını savunmuş. Onlardan uzak durmaya çalışmış. ışte o zaman içinde bir şeylerin kıpırdadığını, duygularında küçük de olsa bir şeylerin değiştiğini anlamış. Her gün olgunluk yolunda ilerlemeyi sürdürürken, arkadaşlarından bazılarının üzücü olaylar sonucu yaşamlarını yitirdiklerini görmüş. Bir gün bir kümes hayvanı, bir başka gün bir sincap, hatta çevrede dolanan insanlar, tek tek tırtılları yok etmişler. Küçük tırtıl öğretiler aklına gelince, yaşlı gözlerle, “Kötülüklerden arınamadılar. Onlara yazık oldu.” diye arkadaşlarının arkasından ağlamış.

Günler ilerledikçe küçük tırtılın küçüklüğü kalmamış. Büyüyüp irice bir tırtıl olmuş. Artık ince körpe yaprakların ucuna değin sürünemiyor. Dallara yakın yapraklarla yetinmek zorunda kalıyormuş. Tavırlarında ağırbaşlılık gözleniyormuş. Yaşamın koşullarını olgunlukla karşılıyor, çevresindeki küçük hayvanlara ve böceklere daha çok yardım ediyormuş. Gösterdiği sevgi karşılıksız kalmıyor, diğer canlılar ve küçük tırtıllar ona hep saygı gösteriyormuşlar. Geceleri toplantılarda yanlız dinlemekle yetinmiyor, diğer tırtıllara yaşamın düşüncesini, kendi yorumlarıyla, gördükleriyle ve deneyimleriyle örnekler vererek anlatıyormuş. Yumurtadan yeni çıkan küçük tırtıllar, onu hayranlıkla dinliyor, öğretilerini ve davranışlarını örnek almaya çalışıyormuşlar.
Bir gece toplantıdan yuvasına dönünce, diğer günlerden farklı bir değişim içinde olduğunu sezinlemiş. içinde bir şeylerin kıpırdandığını, yaşamın sevgi çiçeklerinin bir an önce filizlenmek istercesine sabırsız olduğunu anlamış. Teninin daha pürüzsüz ve kaygan olduğunu, ağzından o güne değin hiç alışık olmadığı bir sıvının akmaya başladığını olduğunu görünce: “Yeterince olgunlaşmış olmalıyım” demiş. O gece mutluluk içinde gözlerini yumup, uykuya dalmış.

Sabah olduğunda her zamanki gibi yapraklara koşturmamış. Bulunduğu dalda hazırlıklara başlamış. Önce ağzından akan salgıyla dala tutununca, kendi ağırlığını taşıyabilecek bir uzantı oluşturmuş. Sonra bu uzantıya tutunarak baş aşağı kendini sarkıtmış. Kuyruğuna yakın ayaklarıyla oluşturduğu uzantıya sarılmış. Başını kuyruğuna kadar kıvırıp bedeninin çevresini ağzından akan salgıyla kaplamaya başlamış. Tüm gün ara vermeden, bedeninin çevresini dolanmış. Güneş dağların arkasında kaybolurken, Güneş’e son kez bakıp başının çevresini de ağzından çıkan salgıyla kaplamış. Oluşan kozanın içinde düşünceleriyle baş başa kalmış…
Tırtılın iç dünyasının olgunluğu, yüreğinin sevecenliği, içindeki güzelliklerin çiçek gibi açma isteğinin dış görünüşüne yansıması, gözlerden uzak, kendi kozasında günlerce sürmüş… Kolay değilmiş kusursuz olmak, mutluluğun doruğuna ulaşmak…

Üç hafta sonra kozada bir kıpırdanma olmuş. Koza içine gizlenmiş olan güzellik, daha çok gözlerden uzak kalmak istemiyor, oradan çıkıp başkalarının da beğenisini kazanmak istiyor gibiymiş.. Sabırsız kıpırtılara dayanamayan koza, ucundan çatlamış. Kozadan ipek gibi yumuşacık tüylerle kaplı bir böcek, başını çıkartmış. Bu canlı, gün ışığına ilk kez çıktığından olmalı, ön ayaklarıyla kamaşan gözlerini kapamış. Işığa alışınca gözlerini açıp çevresine bakınmış. Bir başka açıdan Doğa’nın güzelliklerini görmüş. Tüm bedenini kozadan çıkarıp, tüy gibi hafif, kadife gibi yumuşacık kocaman kanatlarını açmış. Kocaman kanatları bir iki çırpınca ayakları tutunduğu yerden kurtulmuş ve boşlukta süzülmeye başlamış. Tüy gibi hafiflemiş olduğunu, mutluluğun doruğunda uçtuğunu anlayınca, görkemli kanatlarını sevinçle çırpmış…

Kahverengili, siyahlı, yeşil çizgili, sarılı benekli alımlı kanatlarını coşkuyla çıprınca bir o yana bir öteki yana uçuyormuş. Olgunluğun ve mutluluğun doruğunda olmanın sevincini tüm Dünya’ya sergilemek için uçuşmuş durmuş…
Bir o çiçeğe konmuş, bir ötedeki yeşilliğe… Kendi güzelliğini Doğa’nın güzelliğine katmak için koşuşturmuş durmuş. istemiş ki, iç güzelliğinin dışa vuran kusursuzluğunu herkes görsün. İstemiş ki, Doğa güzelliğine, kendi kusursuzluğunu sunarak, yeni güzellikler katsın… İstemiş ki, bedenine yansıyan mutluluğunu herkes görsün… İstemiş ki, sevincini onlar da paylaşsın…
Onun, tırtılların yaşam düşüncesini ve öğretisini ne kadar iyi bellediğini “Herkes görsün” diye uçmuş. Artık bir kelebek olduğunu kırlarda, çiçeklerin arasında, yeşil çimlerde, ağaçların yaprakları arasında uçuşarak kutlamış..

Sevinçten yerinde duramuyor, kanatlarını çırparak sürekli uçuyormuş..
“Kısacık bir gün için de olsa değermiş” diye sevinç çığlıkları atarak uçmuş durmuş…

LİMON KIZ
Limon kız kendini çok beğenirmiş “yiyecekler içinde en yararlısı benim. Herkes beni çok seviyor. Her yemekte beni kullanıyorlar. Hem bende C vitamini var” diye övünür, arkadaşlarını küçük görürmüş. Elma, portakal, çilek havuç, domates, salatalık, biber limon kızın bu sözlerine için için üzülüyorlarmış. Bir gün elma arkadaşlarını toplayıp konuşmaya karar vermiş. Herkes düşüncesini söylerse bu duruma bir çare bulabilirlermiş. limon kızın bu sözlerinden rahatsız olan herkese Pazar günü büyük çınar ağacının altında toplanacaklarını söylemişler. Bir tek limon kıza haber vermemişler. Çünkü o gelip yine ortalığı karıştırabilirmiş. Sonunda Pazar günü olmuş, herkes toplantıya gelmiş. Elma başlamış konuşmaya; “arkadaşlar toplantımızın sebebini biliyorsunuz. limon kızın bu sözlerine hepimiz üzülüyoruz. İnsanlara en yararlı kendisiymiş. Herkes onu çok severmiş. C vitamini varmış. Şimdi herkesin burada konuşup insanlara ne kadar yararlı olduklarını anlatmasını istiyorum. Besinlerin ne işe yaradıklarını herkes öğrensin, kimse boşu boşuna kibirlenmesin”. Portakal atılmış “bende de C vitamini var” demiş. Elma, kivi, yeşil biber, maydanoz, çilek “bizde de var” demişler hep bir ağızdan. Portakal devam etmiş “bizi yiyen insanlar yorulmaz ve hasta olmazlar”. Havuç söz istemiş “bende sizlerden daha çok olan bir şey var” demiş. Herkes havuca dönmüş merakla “A vitamini” demiş havuç. Elma “ne işe yarar A vitamini?” demiş. “gözler için çok yararlı” demiş havuç. “İnsanlar havuç yeyince daha iyi görürler, sağlıklı olurlar”. Daha sonra süt söz istemiş “ben, arkadaşlarım yoğurt ve peynir adına da konuşmak istiyorum” demiş. “A vitamini bizde de var. Ayrıca bizde özellikle çocukların boyunu uzatan, kemiklerinin sağlam olmasını sağlayan KALSİYUM var” demiş. Yumurta ortaya atılmış “hey arkadaşlar bende sizler kadar yararlıyım” demiş. Bütün gözler yumurtaya çevrilmiş. Bu arada en arkalardan bir çift göz daha dikkatli bakmaya başlamış. Bu gözler limon kıza aitmiş. limon kız elma ile portakalı kendi aralarında konuşurlarken duymuş toplantıyı öğrenmiş. Gizlice o da gelmiş. Saklanmış yumurta devam etmiş “beyazımda insanların büyümeleri için çok önemli olan PROTEİN vardır, sarı yuvarlakta ise DEMİR. Demir damarlardaki kanın yapımında çok önemlidir. Yenen bütün bu kanla birlikte vücudun her yerine ulaşır”. limon kız çok heyecanlanmış “parmaklarının ucuna kadar da gidiyor mu*” diye bağırmış. Herkes limon kıza dönmüş, kimseden çıt çıkmamış. limon kız çok utanmış “şey.. hepinizden çok özür diliyorum arkadaşlar. Beni çağırmadınız ama ne konuşacağınızı çok merak ettim onun için geldim. İyiki gelmişim. Eğer gelmeseydim bunların hiçbirini öğrenemeyecektim. Sizlere öyle davrandığım için hepinizden özür dilerim” demiş. Elma “bunu anlamana çok sevindik. Umarım duyduklarından sonra kimseyi küçük görmezsin” demiş. Bu arada portakal söze karışmış “arkadaşlar gördüğünüz gibi hepimizin insanlara ayrı ayrı yararı var. İnsanların bütün besinlerden yemesi lazım” demiş. limon kız “evet haklısınız. Bir arabaya benzin koymazsak yürümez. Çeşitli besinlerden yemeyen insanlar ömür boyu hasta olur. İlaç kullanırlar” demiş. Bu sözler üzerine yumurta “limon kız sen biraz önce bir soru sormuştun. Evet yenen bu besinler parmakların uçlarına kadar gidiyor. Elbette yemeklerini yiyen insanların” demiş. Oradaki herkes kendini şimdi daha iyi hissediyor, limon kızın kendilerini anlamalarından dolayı mutluluk duyuyorlarmış

ŞEKİLLERİN KONUŞMASI
Çomak kukla:
1. Üçgen, 2. Kare, 3. Dikdörtgen, 4.Daire

Üçgen ile kare yolda karşılaşırlar ve selamlaşırlar. Daha sonra üçgen kareye kendini tanıtır.
– Biliyormusun benim üç kenarım var. Bu yüzden bana üçgen diyorlar. İstersen bir sayalım. Bir, iki ,üç.
Sonra kare üçgene kendisini tanıtır.
– Benim adım da kare, dört kenarım var, kenarlarımın dördü de birbirine eşit. Benim kenarlarımı da sayalım. Bir , iki, üç, dört. Sonra da üçgenle kare çok iyi arkadaş olarak beraber yollarına devam ederler.
Yolda giderken dikdörtgen ile karşılaşırlar. Kare hemen atılır.
– Aaaa, bana benziyor der. Üçgen de hemen
– Siz birbirinizden farklısınız der, Çünkü onun iki kenarı uzun, iki kenarı kısa, oysa senin bütün kenarların eşit. Üçgen gel onunla da tanışıp arkadaş olalım der.
Daha sonra dikdörtgene yaklaşıp selamlaşırlar. Dikdörtgen kendini tanıtır.
– Benim adım dikdörtgen, dört kenarım var, ikisi uzun , ikisi kısa.
Üçgen ve kare kendilerini dikdörtgene tanıttıktan sonra beraber yollarına devam ederler. Yolda daire ile karşılaşırlar. Ama daire hiç birisine benzemiyor. Çünkü dairenin köşeleri yoktur. O bir yuvarlaktır. Daha sonra daire ile tanışırlar çok iyi arkadaş olurlar ve yollarına devam ederler.

Geometrik şekiller farklı etkinliklerde tanıtılır ve öğretilir. Bu hikayede iyice kavrama için pekiştirmek için verilebilir. Hikaye anlatılırken çomak kuklalar kullanılır ve farklı konuşmalar da eklenebilir. Nasılsınız? Teşekkür ederim gibi.
Sonunda sınıfta şekillere benzeyen eşyaların bulunması istenebilir, şekillerle ilgili oyunlar oynanabilir.